4 Ocak 2011 Salı

Demek ki neymiş...

Bu blog aleminde öyle şu gün yazacağım bu gün yazacağım diye söz vermeyecekmişsin, olmuyormuş!

Caro Diario,
2 Ocak benim için o kadar önemliydi ki, seninle o gün görüşürüm diye hayal etmiştim...olmadı. Neyse, bana da yine yeniden ders oldu işte, hiçbirşeyi ertelemeyeceksin! Hep alıyorum bu dersi ama niyeyse bi küllerimden doğuyorum; daha lise zamanı Tarih/Coğrafya çalıştığım dönemde bile akşam "amaaan uykum geldi, nasılsa sabah 5'te kalkar çalışırım" derdim, ama hiç de kalkmazdım. E tabii öyle olunca Tarih/Coğrafya'da 5'ten şaşma 6'yı aşma düsturunu benimser dururdum. Pek uzun anlattım ama, yazınca belki bu sefer bu ders almalara da bi son veririm diye umdum...göreceğiz.
Gelelim 2 Ocak'ın anlam ve önemine: hani demiştim ya, 6 yıl önce bir kış Pazar'ında tanıştım ben bu adamla diye (bkz. Mert bey), işte o kış Pazar'ı Ocak ayının 2'siydi. Hafif bunalımlı bir yılbaşının ertesinin ertesinde, Didem arkadaşımla ilk kez İstanbul Modern 'e gitmiş, oradan Cihangir'e geçmiş, bunalımımıza bunalım katıyorduk....ta ki Didem'in aklına Mert'le buluşmak gelene kadar. Hay aklınla bin, onbin, yüzbin yaşa Didem! Yol arkadaşımla sen olmasan yollarımız hiç buluşamayacaktı...
Bu yıl yine 2 Ocak Pazar'a gelince dedik ki bir nostalji olsun, İstanbul Modern'le başlayalım güne. Kaptık küçük arkadaşımızı da, geçtik karşıya. Bizimki heyecanlı tabii, sergi görülecek, galerinin salonlarında özgürce koşulacak, koca koca camlardan gemilere bakılacak. Hakikaten de tam hayal ettiğimiz gibi oldu. "Sürekli sergi" alanına Deniz'in deyimiyle yeni "tomacan boyamalar" eklenmiş, önce onları irdeledik. Ardından, her bir camın önünde durup şap şap denizi ve gemileri ve martıları izledik. Sonra indik zincirli merdivenden aşağıya, "fotoorap" sergisini gezdik. Kutluğ Ataman'a Deniz'le pek giremedik, çok karanlıktı, ama annebaba olarak dönüşümlü ziyaretimizi gerçekleştirdik. Sonra Ermeni Mimarlar sergisini gezerken Deniz'in coşması sonucu tüm ciddi sergi amcaları ve teyzelerine sırıtarak alt katı terkedip programımıza devam ettik (bu arada anlayamadık, acaba neden koskoca fotoğraf sergisi alanında 6-7 tane kare vardı da, o caanım mimarlık sergisini minnacık yere sıkıştırmışlardı?).
Karşıya geçtiğimizde arabayı Karaköy'deki katotoparkına parkedip Tünel'le Beyoğlu'na çıkmak bir ritüel haline geldi. Deniz Tünel'e (yani trene) bayılıyor, kapılar kapanırken çıkan çıngır çıngır ses, eğimli yol filan acayip ilgisini çekiyor. Beyoğlu'na çıktığımızda da genellikle Galatasaray Lisesi'ne kadar gidip geliyoruz. Artık puset de kullanmamaya çalışıyoruz - biraz yorucu oluyor ama istediği gibi koşturunca inanılmaz hoşuna gidiyor. Beyoğlu'nda yemek yemek için de hepimizin hem kendimizi çok iyi hissettiğimiz, hem de ev yemeği kadar lezzetli ve sağlıklı bir mönüye sahip Tavan arası 'nı tercih ediyoruz. Eskiden beri bildiğim, ama Ayça 'nın blogunda okuyana kadar hatırlamadığım bu mekan bizim için vazgeçilmezler arasına girdi bile!
Pazar günü programımıza bu yukarda saydıklarımın yanı sıra bir adım daha eklendi: Giolitti gerçeği!!! Roma'nın bu pek ünlü dondurmacısı dünyadaki 4. şubesini - artık nasıl bir potansiyel gördülerse -  Eylül ayında İstanbul'da açmış! Biz geçen haftasonu dondurma yerine tazecik kayısılı keklerinden tercih ettik ve hiç pişman olmadık. Deniz bir dilimi resmen götürdü, biz de babayla bir dilim paylaşmış olduk:)
İşte böyle diario'cum, çok güzel bir 2 Ocak'tı...yorgunluktan bayılmış olan Deniz arabaya döndüğümüzde daha otoparktan çıkmadan uyuyakaldı, eve geldiğinde de uyanmayıp 2,5 saat daha devam etti. Ruhumuz, gözümüz, karnımız doydu ve yıla - her türlü olumsuz olaya rağmen - enerjimizi artırarak girdik.
Yeni yazılarda buluşmak üzere, öperim.
1anda

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder